Soru Sor
Sorunu sor hemen cevaplansın.
Edep; akıl ve hikmete muvafık hareket edip, Cenab-ı Hakk’ın emrettiği gibi yaşamaktır. Hayâ ise, utanma ve ar duygusu olup, utanç verici durumlardan sakınmak ve nefsin süfli arzularını terk etmektir. Bediüzzaman Hazretleri hayâyı şöyle tarif eder; “Hayâ, nefsin sıkılmasıyla yüzde peyda olan kızartıdan ibaret”[1] tir. Edep, bütün hallerde istikamet ve iyilik üzere bulunmaktır. Edep, aklı ikmal eden, onu nurlandıran, imanı kemale erdiren, insanı ruhen terakki ettirip saadet ve selamete kavuşturan en hayırlı bir sermayedir. Şu hadisi şerif de edep ve hayânın ehemmiyetini ortaya koymaktadır. “Cebrail (as.) Hazret-i Âdem babamıza taraf-ı İlahiden akıl, hayâ ve din olmak üzere üç hediye getirmiş ve ‘Bunlardan birini tercih et!’ demiş. O da aklı tercih etmiş. Cebrail(a.s) din ve hayâ’yı geri götürmek istemiş. Ancak onlar; ‘Bizim akılla beraber olmamız yaradılışımızın gereğidir. O neredeyse biz de oradayız.’ demişler.” Mevlana’nın mürşidi olan Şems-i Tebrizi şöyle buyurur: “Akıldan, imanın hakikati nedir?” diye sordum. Akıl kalbimin kulağına dedi ki; imanın hakikati edepten ibarettir.” Tebrizi sözüne şöyle devam etti: “İnsanın tenindeki can ne ise, edep de odur. İnsanların kalbindeki ve gözündeki nurlar edepten ibarettir. Bu kâinatın kubbesindeki nizam ve revnak edeptir. Geceleri parıldayan en nurlu ve en üstün ışık edeptir.” Hz. Mevlâna da şöyle der: “Eğer insanoğlu edepten mahrum ise insan değildir. İnsanın hayvandan farkı edeptir. Gözünü aç ve Allah’ın bütün kelamına dikkat et. Âyet âyet bütün Kuran’ın manası edeptir.” Evet, iffet, hayâ, haysiyet ve istikamet gibi ahlâk-ı haseneden mahrum olan fert ve cemiyetler, fen ve teknik sahasında ne kadar terakki ederlerse etsinler, hüsrandan kurtulamaz ve huzurla yaşayamazlar. Bu meziyetlerden mahrum bulunan fertler, ne kadar münevver, ne derece tahsilli, ne nisbette sanatkâr da olsalar, o millet, bu fertlere istinaden bir ahenkle terakki edemez. Bu bakımdan, fert ve cemiyeti iman, ahlâk, fazilet, irfan, ilim, edep ve hayâ ile teçhiz etmek lazımdır ki maddi ve manevi terakki edilsin. Edep ve irfan sahibi olanlar, hayatını nizam ve intizam içinde geçirir ve huzur ile yaşarlar. İnsanlığın ruhu, hakikati ve ziyneti olan edep ve terbiyenin; fert ve cemiyet için ehemmiyeti aşikârdır. Şu harika beyit de bu hakikati çok veciz bir şekilde ifade etmektedir: Edep bir taç imiş nur-u Huda’dan Giy ol tacı, emin ol her beladan Alvarlı Muhammed Lütfi Hazretleri de bir beytinde şöyle der; Olur isen ehl-i edep Edep saadete sebep Ehl-i irfan olan Laedrî ise şöyle der; Edep hoştur, edep hoştur İlahî Edepsizlik hor eder pâdişahı İşte sözlerin büyüğü, büyüklerin sözü. Bazı zatlar: “Edep kelimesi, elif, dal ve be harfinden ibarettir. Elif, kişinin eline, de harfi kişinin diline, b harfi de beline sahip olmasına işaret eder.” Demişlerdir. İnsanların ayıplarını yüzlerine vurmak, onları tahkir etmek edebe muhaliftir. Edep abidesi ve hayâ timsali olanlar, kendisine hakaret edenleri affeder, hiç kimseye kötülük düşünmez ve fenalık yapmazlar; karşısındaki kişi edep ve hayâdan mahrum olsa bile, onu insanlar arasında küçük düşürecek ve mahcup edecek hareketlerden sakınırlar. Sünbülzâde Vehbi Efendi bir beytinde şöyle der: Setreder ayıbını insanın hep Ne güzel elbise imiş esvâb-ı edep İlahi ahlakla ahlaklanmış olan Peygamber Efendimiz’in (sav.) rahle-i tedrisinde yetişmiş olan Hz. Hasan (r.a) ile Hz. Hüseyin (r.a) Efendilerimizin yanlış abdest alan yaşlı birine yaklaşım tarzı herkesin malumudur. Onlar, abdestini yanlış alan kimsenin kusurunu direk yüzüne söylemezler de; “Amcacığım biz iki kardeşiz, biz abdest alalım da hangimiz abdesti doğru alıyoruz siz karar veriniz” deyip abdest alırlar. Böylece yaşlı adam abdesti kendisinin yanlış aldığını anlar. Edebin bütün inceliklerini şahsında yaşayan Hz. Ali (ra.) Efendimiz; “Hiç kimsenin hatasını yüzüne vurmayınız. O hatayı işleyene, başka birini misal göstererek hatasını anlatınız.” sözünü kendilerine rehber edinmiş olan evlatları, inceliğin, zarafetin ve edebin zirvesinde olduklarını böylece göstermişlerdir. Yetim kimse anası ve babası olmayan değil, ilim ve edebi olmayandır. Asıl fakir; malı mülkü olmayan değil, ilim ve edepten mahrum olandır. Çünkü nimet ve servetlerin en büyüğü ilim ve edeptir. Bu nimetlere nail olan, edebi sayesinde nail olur. O nimetleri kaybeden de edebi terk ettiği için kaybeder. Bu bakımdan, edepten mahrum olan bir kimse, vasıl-ı Huda olamaz. Dünyada rezil, rüsva olduğu gibi ahirette de azab-ı İlahiye maruz kalır. Edebini yitirmiş bir kimse, en tehlikeli ve bulaşıcı bir hastalıktan daha tahripkârdır. Edep, hayâ ve iffetten mahrum olan insan ilim, makam ve rütbe bakımından ne kadar yükselirse yükselsin faziletli sayılamaz. Çünkü asıl fazilet ve kemal, ilim ile ahlakın ittihat etmesiyle mümkündür. Edep ve hayâdan mahrum olan kimseler, huzur ve saadetle yaşayamadıkları gibi, bazen haysiyet ve şereflerini de kaybederler. Bediüzzaman Hazretleri gazetecilere hitaben şöyle der: “Ey gazeteciler! Edibler edebli olmalı; hem de edeb-i İslâmiye ile müteeddib olmalı. Ve onların sözleri, kalb-i umumî-i müşterek-i milletten, bitarafane çıkmalı. Ve matbuat nizamnamesini, vicdanınızdaki hiss-i diyanet ve niyet-i hâlisa tanzim etmeli. Halbuki siz, iki kıyas-ı fâsidle, yâni: Taşrayı İstanbul’a ve İstanbul’u Avrupa’ya kıyas ederek efkâr-ı umumiyeyi bataklığa düşürdünüz; ve şahsî garazları ve fikr-i intikamı uyandırdınız. Zira elifba okumayan çocuğa felsefe-i tabiiye dersi verilmez! Ve erkeğe, tiyatrocu karı libası yakışmaz! Ve Avrupa’nın hissiyatı, İstanbul’da tatbik olunmaz! Akvamın ihtilâfı; mekânların ve aktârın tehalüfü, zamanların ve asırların ihtilâfı gibidir. Birisinin libası, ötekinin endamına gelmez. Demek, Fransız Büyük İhtilâli, bize tamamen hareket düsturu olamaz! Yanlışlık, tatbik-i nazariyat ve mukteza-yı hâli düşünmemekten çıkar.”[2] Eskiden evlerin ve işyerlerin duvarlarına “Edep Ya Hû!” yazılı levhalar asılıyordu. Hocalarımdan biri olan Hacı Faruk Efendi’nin yanına ilk gittiğimde onun evinin duvarında da aynı levhanın asılı olduğunu gördüm. Kendisine; “Edep Ya Hû!” ne demektir? diye sordum. Hocam şöyle cevap verdi: “İslâmiyet üç rükün üzerinde durur ve bu üç esas üzerinde devam eder. Bunlar, itikat, ubudiyet ve ahlâk-ı hasene, yani güzel ahlâktır. Ahlâk-ı hasene diğer ikisini korur. Eğer güzel ahlak olmazsa diğerlerinin ruhu kalmaz. Bizim dinî kültürümüzün kaynağı bunlardır.” Daha sonra Şeyh Sadi’nin Gülistan adlı eserinde edebe ait bir bahis okuyunca, “Edep Ya Hû” sözünün fert ve cemiyet için ne kadar ehemmiyetli ve ne kadar büyük bir hazine olduğunu anladım. Edep ve iffet namusun perdesidir. Namus ancak edep ve hayâ ile muhafaza edilir. Hayat denilen şey edeptir. Esrar-ı ilahiyeden bir sır olan edep, insanın en büyük ziyneti ve nurudur. Evet, edep insan-ı kâmilin meftun olduğu, fakat şeytanın ve şeytan gibi insanların hoşlanmadığı güzel ahlakın en önemli şubelerindendir. Edep ve iffetin düşmanı edepsizliktir. Edep her zaman takdirle, hayâsızlık ise lanetle yâd edilir. Bu bakımdan, her Müslüman’ın en önemli vasfı edep, hayâ ve nezaket olmalıdır. Zira, mütedeyyin kimselerin en büyük şiarı bunlardır. İnsanın bedeni gıdalara muhtaç olduğu gibi, aklı da ilim ve edebe muhtaçtır. Tasavvuf terbiyesinde de edebin çok önemli bir yeri vardır. Onun her kademesinde edep ön plandadır; baştan sona kadar hep edep üzerine bina edilmiştir. Odadan dışarı çıkan bir kişinin arkasını dönmesi edebe muhaliftir. Aziz Mahmud Hüdai Hazretlerinin şeyhi olan Üfdade Hazretlerinin Bursa’da bulunan türbesinin kapısının üzerine, “Edep ya hû” kapının arkasına ise, “Edeple giren lütufla çıkar” yazılıdır. İnce düşünce, hassasiyet, nezaket, zarafet, edep ve hayâ insani münasebetlerde de çok önemlidir. Büyüklerin yanında yüksek sesle konuşmamak, yaşlılara hürmet etmek, konuşan herhangi bir kimsenin sözünü kesmemek, meclis içinde fısıltılı veya gizli konuşmamak ve kahkaha ile gülmemek de edep ve hayâdandır. İnsanları aşağılamak, onlarla alay edip küçük düşürmek, su-i zanda bulunmak, insanların gizli hallerini araştırmak ve lakap takmak da edebe muhaliftir. Nitekim bir ayette mealen şöyle buyrulur: “Ey iman edenler! Bir topluluk bir diğerini alaya almasın. Belki onlar (alay edilenler) kendilerinden (alay edenlerden) daha iyidirler. Kadınlar da diğer kadınları alaya almasınlar. Belki alay edilenler, alay edenlerden daha iyidirler. Birbirinizi karalamayın, birbirinizi kötü lakab ile çağırmayın. İmandan sonra fasıklık ne kötüdür. Kim tövbe etmezse işte o zalimlerin tâ kendisidir.”[3] Bir diğer ayette ise şöyle buyrulur: “Ey iman edenler! Zandan çok sakının; çünkü zanların bir kısmı günahtır. Birbirinizin gizli hallerini araştırmayın.”[4] Cenab-ı Hak, bu ayetlerle kullarına edep ve hayâ dersi vermektedir. Dünyada rahat ve huzurlu yaşamak, ahrette de ebedi saadete mazhar olup aziz ve mükerrem olmak isteyen kişi, istikamet, edep ve hayâ dairesinde yaşamalı, herkesle iyi geçinmeli, hiçbir insanı incitmemelidir. İnsanların kusurlarını ve ayıplarını araştırıp ifşa edenler, settar-ül uyuba muhalefet etmiş olurlar, mahbub-u kulup yani kalplerin sevgilisi olamazlar. Kötülüğe kötülükle mukabele caiz olsa bile, bu hal ehl-i irfanın yapmayacağı bir durumdur. Vakar ve şerefini muhafaza eden bir ehl-i irfan bu gibi hoş olmayan şeylere tevessül etmez. İslam dininde edep, kişinin her halinin murakabe altında olduğunun şuurunda olmasıdır. Nefsini ıslah edip iffet, vakar, hilim, sabır, nezaket, zarafet ve tevazu gibi hasletlerle edeplenenler, Allah’a yakınlaşır ve O’na dost olurlar. Evet edep; şeytanın ve nefs-i emarenin boynunu büken, onu ayaklar altına alıp mağlup eden ve insanı maksuduna kavuşturan en emin vasıtalardan biridir. Bir ayette mealen şöyle buyrulur: “Şüphesiz ki Allah, size adaleti, iyilik yapmayı ve yakınlara bakmayı emreder; hayâsızlıktan, fenalıktan ve azgınlıktan nehyeder. Düşünüp tutasınız diye size öğüt verir.”[5] Cenab-ı Hak Edebin Bütün Nevilerini Habibinde Cem Etmiştir Her güzel haslette olduğu gibi edep ve hayâda da bütün insanların en üstünü, en mükemmeli Hz. Peygamber’dir (sav.). Rehber-i Ekmel olan Zat-ı Ahmediye (s.a.v) ilâhi hakikatleri beyan ve ifade ederken sözlerine ve üslubuna azamî derecede dikkat ederdi. Hz. Peygamber (sav.) söze nazik bir şekilde başlar, mülâyemetle hitap ederdi. Sözlerinin tesirini kıracak nahoş hareketlerden ve muhataplarını rencide edecek, onların kalplerini kıracak ve nefretlerini celp edecek sözlerden son derece sakınır ve sakındırırdı. Herhangi bir kimse sözünü bitirmeden söze başlamazdı. Muhataplarını dikkatlice, muhabbetle ve sonuna kadar dinlerdi. Musafaha ettiği kimse elini çekmeden, o elini bırakmazdı. İyiliğe mükâfatla, kötülüğe ise af ile mukabelede bulunurdu. Yüksek sesle konuşmazdı. Daima mütebessim idi. Ömründe bir defa bile kahkahayla güldüğü görülmemiştir. Onun gülmesi tebessümden ibaretti. Daima başı önde yürürdü. Allah Resulü (sav.) kimsenin kusurunu görmez, görse bile yüzüne vurmazdı. Kendisine bir kimsenin hoş olmayan bir şeyi yaptığı bildirilince; “Falan kimse neden böyle yapıyor? Niçin böyle söylüyor?” demez. “Neden böyle yapıyorlar? Niçin böyle söylüyorlar?” şeklinde konuşur ve böylece o kimseyi ikaz eder, edebe muhalif söz ve davranışından vazgeçirirdi. Peygamber Efendimiz(sav.) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurur: “Rabbim bana edebi güzel bir surette ihsan etmiş, edeplendirmiş.” Elbette bizzat Cenab-ı Hakk’ın terbiye ettiği Allah Resulü (sav.) bütün akvalinde, ahvalinde ve efalinde zirve noktada olacaktır ve olmuştur. Evet, Cenab-ı Hak, edebin bütün nevilerini Hz. Peygamber’de (sav.) cem etmiş ve kendisini rehber edinmemizi emretmiştir. Zira o (sav.), terbiye-i ilahiye ile mümtaz ve serfiraz, bütün kamalat-ı ahlakiyeye haiz, fezail-i ahlakiye ile mücehhezdir. Bu bakımdan, Kâinatın Fahri Ebedisi olan Allah Resulünde (s.a.v), istikamet, hilim, kerem, şecaat, metanet, şefkat, merhamet, edep, iffet, nezaket ve sabır gibi âli hasletler kemaliyle tecelli etmiştir. Peygamber Efendimiz’ in (sav) bütün hayatı ahlâk ve adabın mücessem bir levhasıdır. Hazret-i Aişe Validemize (r.a); “Hz. Peygamber’in ahlakı nasıldır?” diye sorulunca, “Onun ahlakı Kur’an idi.” diye cevap vermiştir. Bir ayette mealen şöyle buyrulur: “Ve muhakkak ki sen, pek büyük bir ahlak üzeresin.” [6] Peygamber Efendimiz (sav.) Kur’an’ın hariçte tecessüm etmiş bir şeklidir. Zira o, Kuran’ın bütün hakikatlerine güneş gibi bir ayna idi. Peygamber Efendimiz (sav.) bütün ahlak-ı hasenenin her bir şubesinin en son mertebesinde bulunan yegâne şahsiyettir ve hiçbir kimse ile mukayese edilmeyecek derecede hayâ ve edep timsalidir. Dost ve düşmanın ittifakıyla sabittir ki, Hz. Muhammed (s.a.v) gençliğinden beri edep, hayâ, iffet, nezahet ve ismet timsali olarak yaşamıştır. Bu ahvali bütün Arap kabilelerini kendisine meftun etmişti. Kudsiyetin ey Nebiyi Enver! Düşmanların itiraf ederler. Vermekte bütün ukule hayret, Hulkunda olan mükemmeliyet. Bir mislini almamıştır elbet, Ağuşuna daye-i meşiyyet. Ömer Nasuhi Bilmen Peygamber Efendimiz de (sav.) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurur:“Utanmadıktan sonra dilediğini yap” [7] Hz Peygamber (sav.) nübüvvetinin ilk yıllarında sık sık tekrar ettiği bu hadis-i şerif, hayâ duygusunun ne kadar ehemmiyetli olduğunu, hayâsızlığın ise ne kadar büyük bir ayıp ve tehlike olduğunu ifade etmektedir. Hz. Peygamber’e (sav.) nübüvvet vazifesi tevdi edilmeden önce, Arap yarımadasında putperestlik, hayâsızlık, iffetsizlik, zulüm, yağma, gaddarlık, içki, fuhuş, kumar ve her türlü ahlaksızlık, o zamanki insanların müşterek eğlencesi ve yegâne vasıfları haline gelmişti. Peygamber Efendimiz (sav.) temelleri istibdat, zulüm ve ahlaksızlık üzerine bina edilmiş ve ahlaken sukut etmiş olan o zamanın insanlarını çok kısa bir zamanda öyle bir seviyeye getirdi ki, onların her biri edep, hayâ ve iffetin birer timsali ve yıldızı haline geldiler. Şunu hemen ifade edelim ki, edebin başı insanın haddini bilmesidir. Bunun içindir ki; “Ne mutlu o adama ki, kendini bilip haddinden tecavüz etmez.” sözü, lisanlarda dolaşmaktadır. Haddini bilmek irfan ve faziletin temeli ve gereğidir. Haddini bileni herkes sever ve hürmet eder. Haddini bilmeyen ve edepten mahrum olan bir kimse, sevgi ve saygıdan mahrum kalır; herkesin nefretini kazanır. Lokman Hekim’e; “Edebi kimden öğrendin?” diye sordular. O da; “Edepsizlerden öğrendim.” diye cevap verdi. Evet, kişi, edebe muhalif olan söz ve davranışlardan son derece sakınmalı, ağzından çıkacak her kelimeye son derece dikkat etmelidir. Bazen olur ki, bir mümin, ağzından çıkan bir kelime ile (Allah korusun) iman dairesinden çıkabilir. Edep ve hayâ sahibi olanlar İslâm dinine muhalif olan söz ve fiillerden son derece sakınır ve bu gibi hallerden hacalet duyarlar. Ehl-i ilim ve irfanın ifade ettikleri şu sözler de edebin ehemmiyetini ortaya koymaktadır: Edep, Hakk’a giden yolun azığıdır. Edep, olgunlaşmanın ilk şartıdır. Hakiki güzellik, ilim ve edep güzelliğidir. İnsanın ziyneti, edebin tamamıdır. Edep, insanı utanılacak şeylerden koruyan melektir. Edep, nefsi gerektiği şekilde terbiye etmek ve güzel ahlâk ile süslemektir. Edep, insanın mutlak bir fazilet kaynağıdır. Evet, bütün güzel ahlâk ve ulvî seciyelerin kaynağı edeptir. Edep, güzel huyların ve seciyelerin bütün şubelerini içine alan şümullü ve zengin bir kelimedir. Bu şubelerden biri de hayâ ve iffettir. Hayâ imanın bir cüzüdür. Hayâ ve iffetten mahrum olan fert ve cemiyetler, kemalattan hiçbir nasip alamazlar. Ziya Paşa’ya izafe edilen bir beyitte edebin ehemmiyeti şöyle ifade edilir: İlim meclisine girdim, kıldım talep İlim tâ gerilerde kaldı, illâ edep illâ edep Hacı Bektaş-ı Veli de; “Marifetullah ehlinin ilk makamı edeptir.” der. Edep ile mümtaz olan kimselerde hamiyet, mürüvvet, âlicenaplık gibi âli hasletler tezahür eder. Böyle kimseler de hem kendilerine, hem ailelerine, hem de milletine ve vatanına faydalı olurlar. Din, vatan, edep ve namus yolunda hayat feda edilir. Edep, hayâ ve namus hissi taşımayanlar vatan ve millet hissi de taşımaz ve bu uğurda hayatlarını feda edemezler. Bunlar öyle ulvi hakikatlerdir ki, ne çiğnenir, ne de çiğnettirilir. Bütün kâinat hayat için olduğu halde, hayat ancak bunlar için feda edilir. Edep ve hayâ büyük bir devlettir. Bunlara muhabbet edip muhafazasına çalışmak aklın ve vicdanın gereğidir. Edep, hayâ ve iffet gibi âli vasıflardan mahrum olan fert ve cemiyetler huzur ve saadetle yaşayamazlar ve izmihlale uğrarlar. Bu bakımdan, bir milletin ebed müddet payidar olması; kalplerin imanla intibaha getirilmesi, ruhlarının edep, hayâ ve iffet gibi ahlâk-ı hasene ile teçhiz edilmesi ve akılların nur-u irfanla tenvir edilmesine bağlıdır. Maneviyatla teçhiz edilmeyen bir millette şecaat, kahramanlık ve fedakârlık olamaz. Gençlerimiz de sefahat ve sefaletin tahakkümünden ancak bu hal ile muhafaza edebiliriz. Tarihin şahadetiyle sabittir ki, düşmana mağlup olmuş nice milletler daha sonra güçlenerek istiklallerini elde edebilmiş, düşmanlarına galip gelebilmiş ve vatanlarını muhafaza etmişlerdir; fakat maneviyattan uzaklaşıp ahlâksızlığa, hayâsızlığa, sefahate, zulme ve adaletsizliğe mahkûm ve mağlup olmuş bir milletin kendini toparlaması ve güçlenmesi mümkün olmamıştır, olamaz da. Mazide edepsizlik ve ahlaksızlıkta çukuruna düşmüş olan birçok asi kavimlere Cenâb-ı Hakk’ın vurduğu sille-i tedip ve tazip Kur’an-ı- Kerim’in birçok ayetinde nazara verilmektedir. Bir kanser mikrobu olan sefahate, çok güçlü kavim ve imparatorlukların kudretleri dahi dayanamamıştır. Bu mikrop bir cemiyete girdi mi, artık onun bünyesini kısa bir zamanda kemirir, güçsüz bırakır ve sonunda çökertir. Öyle ise geçmiş kavimlerin başına gelen o elim hadiselerden ibret alıp uyanalım, edep, hayâ ve istikamet dairesinde yaşayalım ki, gadab-ı ilâhinin celbine vesile olmayalım. Tarihte de bunun sayısız misalleri vardır. Mesela; kanun hâkimiyeti fevkalâde güçlü olan Romalılarda faziletin bütün güzellikleri inkişaf etmiş; gerek idarecileri ve gerek ahalisi arasında muhabbet tesis edilmişti. Onlar sefahatten ve ahlaksızlıktan son derece sakınır ve faziletli, ahlâklı ve dürüst yaşamayı bir şeref sayar, buna fevkalâde itibar ederlerdi. Hanımları ve gençleri son derece iffetli idi. Ancak, İskender Yunanistan’ı fethedince, onlardaki ahlaksızlık ve sefahat Roma’yı istila etmeye başladı. O güzel ahlâk ve faziletin yerine sefahat ve ahlaksızlık hâkim oldu. Aile hayatı bozuldu ve tefessüh etti. İktidar ve itibardan düştüler, hükümet hanedanı sukut etti. Ne kanun hâkimiyetleri ne de maddi kuvvetleri onları yıkılmaktan kurtaramadı. O ihtişamlı Roma imparatorluğu yıkılıp dünya sahnesinden silindi. Aynı şekilde, İslâm’ın yaşanması ve hayata hâkim kılınmasıyla, maddi ve manevi kemalatın, servet ve ihtişamın zirvesine çıkan ve Avrupa’ya ilim ve irfanda üstatlık eden Endülüs devletinin de inkırazına vesile olan en önemli sebeplerinden biri de ahlâksızlık ve sefahattir. Kuvve-i şeheviyye kuvve-i akliyeyi esir edip güzel ahlâkı yıkınca onlar da aynı elim akıbete duçar oldular. Himmeti âli insanlar, ecdadımızdan bize miras kalan mukaddesatı, ahlâkı, vatan ve millet sevgisini, örf ve âdeti, edep ve hayâyı, ilim ve irfanı nesl-i cedide tevdi edememenin ıstırabını yaşamaktadırlar. Bazı basın kuruluşları ile televizyonlar milletimizin örf ve âdetlerine, dinî inanç ve mukaddesatına muhalif yerli ve yabancı dizilerle onların kalp ve ruhunda telafisi mümkün olmayan derin yaralar açmaktadır. Bazı dizilerde de Anadolu insanının aklına, vicdanına, sağduyusuna, millî ruhuna, müşterek duygularına ve tarihine saldırılmaktadır. Bu tür yayınlar, kültür ve irfanımızı, musikimizi, edebiyatımızı, sanatımızı, hâsılı milleti millet yapan bütün değerler manzumesini tahrip yahut dejenere etmekle vicdan-ı umumîyi derinden yaralamakta; milletimizi, özellikle de gençlerimizi, ahlakî buhranlara ve sefahat bataklıklarına sürüklemektedir. Evet müstehcen neşriyatla, bölücülük propagandalarıyla milletimizin, hem dimağı, hem vicdanı, hem kalbi, hem ulvî hisleri tarumar edilmekte, karanlık mecralara doğru sürüklenmektedir. Hürriyet perdesi altında, gençlerimiz nefs-i emmarenin istibdad-ı rezilesi altına sokulmak istenmektedir. Ruhî ve fikrî dengesizliklere maruz, zevk ve sefahatle malûl neslimiz perişan bir hayata doğru çekilmek isteniyor. Sefahat rüzgârları kat kat çelik istihkâmları delip geçen radyasyon şuaları misüllü, kalplerde, ruhlarda, vicdanlarda, iffetlerde, tedavisi çok müşkül derin cerihalar, rahneler açıyor. Bu milletin imanını, mukaddesatını, iffetini böylece vurarak onu benliğinden uzak, gayesiz, davasız ve şuursuz bir toplum haline getirmek gayretinde olanlar var. Çok şükür ki, şer kuvvetlerin bu milletin tarihine, mukaddesatına, iffetine, ibadetine, ulvi seciyelerine yaptığı korkunç hücuma karşı hamiyetli, âlicenap, vatanperver, şuurlu ve gayretli insanlar, bütün memleketi sarsan bu müthiş felaket ve facia karşısında büyük bir gayret göstermektedirler. Yine Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükürler olsun ki, Bediüzzaman Hazretleri, bu felaket ve helaket asrında nice marifet, hakikat, feyiz ve esrarları havi altı bin sahifelik eşsiz bir marifet hazinesi olan Risale-i Nur’ları âlem-i insaniyete, hususen İslam dünyasına miras bıraktı. Bu eserlerin bütün hakikatleri insanların fıtratına, aklına ve vicdanına uygun, fevkalade orijinal ve mükemmel olduğundan, onları kendine celb ve cezb etmekte ve büyük bir iştiyakla okunmaktadır. Risale-i Nur’lar akılları tenvir eder; kalplere ve ruhlara inşirah verir ve imanın zevkini tattırır. Risale-i Nur’lar, latifeleri terbiye eder, fikirlere istikamet verir, tefekkürü derinleştirir; ahlak-i aliyeyi inkişaf ettirir. Risale-i Nur’lar, zihinleri istilâ etmek isteyen zulmanî fikirleri, kalplerdeki pusları, şüphe ve vesveseleri eritir, ihrak eder. Nur’ları okuyanın rengi değişir, fikri değişir, âlemi değişir, ahlakı değişir. Onları okuyanlar kendilerini muhafaza ettikleri gibi, başkalarının da istikamet dairesinde yaşamalarına vesile olurlar. Bu eserleri okuyanlar, taklid-i imanlarını tahkikiye çıkarır, her türlü menfi ideolojilerden, sefahat ve ahlaksızlıktan muhafaza olur; istikamet, takva, hayâ ve edep dairesinde hayatlarını geçirirler. Kur’an’ın manevi bir tefsiri, büyük bir marifet hazinesi ve en ali bir feyiz kaynağı olan Risale-i Nurları tahkik ve tetkik edenler, dünyanın geçici ve fani lezzetlerine aldanmazlar. Kuran’ın asrımızdaki manevi reçeteleri olan Risale-i Nur eserlerini okuyup, büyük bir hamiyet, ciddî bir gayret, yüksek bir fedakârlık, azamî ihlas ve sebatla hizmetlerine devam edenlerin en büyük gayelerinden biri de, dünyadaki bütün nimetlerden daha kıymetli olan iman hizmetinde bulunmak, gençliği imansızlıktan, ahlâksızlıktan ve anarşiden muhafaza etmek, vatanına ve milletine faydalı fertler haline getirmektir. Çünkü onlar sadece kendilerini değil, bütün insanlığın ve gelecek nesl-i cedidin ikbal ve istikbalinden endişe eder; onların imanlarını ehl-i dalaletin tecavüzünden, ahlâklarını ehl-i sefahatin tahribatından nasıl kurtarabileceğini düşünür ve bunun için azami gayret gösterirler. Ahlâk ve faziletin esası edep, irfan ve hikmettir. Zahiri sureti itibariyle varlıkların en güzeli olan insanın, manevî güzelliği de edep ve irfan iledir. Edep ve irfan, insanlığın cemal-i manevîsidir. İnsan, hayatı boyunca edep ve irfanını devam ettirirse, Cennete layık bir kıymet alır. Evet, cismin güzelliği geçicidir. Onun da en ihtişamlı vakti, bir gül gibi açılan gençlik çağıdır. Bu dönemin letafet ve taravetine doyulmaz; amma ne çare ki, geçici olduğundan, kısa bir zamanda sararır, solar ve bir rüzgâr gibi uçar gider. Eğer insan, o gençliği gaflet ile değil de, Cenab-ı Hakk’ın rızasına uygun geçirerek, iffet dairesinde muhafaza ederse o fani olan gençliğini ebedileştirmiş olur. Bütün gençler bu konuda edep ve hayâ timsali olan Hazret-i Yusuf’u (as) kendilerine rehber edinmeli, o tatlı gençlik nimetini, iffet ve istikamet dairesinde geçirip ebedi bir gençlik kazanmak için azamî gayret göstermelidirler. Kur’an-ı Kerim’de Hz. Yusuf’un (a.s) kıssasının anlatılmasının hikmeti de gençlere örnek olması içindir. Zira, Hz. Yusuf (as.) diğer peygamberlerin duçar oldukları imtihanlardan daha dehşetli, daha elim ve daha zor olan büyük bir imtihanı, Allah’ın inayeti, sabır ve takvası, iffet ve hayâsı, sıdk ve emaneti, ilim ve irfanı sayesinde kazanmış Mısır’da en ali bir makama çıkmıştır. Bu durum Kur’an-ı Kerimde şöyle ifade buyrulur: “Şehirde bazı kadınlar da “Azizin karısı, delikanlısından murat almaya kalkmış, sevgi yüreğini yakıp kavuruyormuş, görüyoruz ki, kadın çıldırmış besbelli… “dediler. “Azizin karısı, onların gizliden gizliye dedikodu yaydıklarını işitince, onlara davetçi gönderdi ve onlara mükellef bir sofra hazırladı. Her birine bir bıçak verdi, beri taraftan da Yusuf’a “çık karşılarına” dedi. Görür görmez hepsi onu gözlerinde çok büyüttüler ve (şaşkınlıkla) ellerini kestiler. Dediler ki: “Hâşâ! Allah için, bu bir insan değil, olsa olsa yüce bir melektir.” “İşte” dedi, “bu gördüğünüz, beni hakkında kınadığınız (gençtir). Yemin ederim ki, ben bunun nefsinden yararlanmak istedim de o, namuslu davrandı. Yine yemin ederim ki, emrimi yerine getirmezse, muhakkak zindana atılacak ve kesinlikle zelillerden olacaktır”. “Yusuf dedi ki: “Ey Rabbiml Zindan bana, bunların beni davet ettikleri şeyden daha sevimlidir. Eğer sen, bu kadınların tuzaklarını benden uzak tutmazsan, ben onların tuzağına düşerim ve cahillik edenlerden olurum.
Tarih: 2016-11-30 06:31:03 Kategori: Din
Soru Tarat
Kitaptan sorunu tarat hemen cevaplansın.
Sorunu sor hemen cevaplansın.
Edep Ve Haya Nedir
Tarih: 2016-11-30 06:31:03 Kategori: Din
Kitaptan sorunu tarat hemen cevaplansın.
Yorum Yapx